ÖĞRETME SANATI VE ÖĞRETMEN
“… biz de, güneş gibi; insanların zihinlerini ve ruhlarını aydınlatalım; zihinlerin ve ruhların yeşermesine, gelişmesine ve meyva vermesine yardım edelim.” – Jon Amos Comenius (Büyük Didaktika kitabından)
Bir şeyi nasıl öğreniriz? Zihnimizdeki şemaları nasıl elde ettik? Duyduklarımız mı aklımızda kalır yoksa tattıklarımız mı? Peki ya uyguladıklarımız? Neden bazı konular üzerinde daha fazla zaman ve çaba harcamamız gerekir? Birine bir şeyi nasıl öğretebiliriz? Uyguladığımız yöntemler gelişmeye açık mıdır yoksa değişmez kurallar mı vardır?
Okula ilk adım attığım andan itibaren mutsuz bir çocuktum. Uymam gereken kurallar, acımasız arkadaşlar, sıkı bir rekabet ortamı vardı çünkü. Okuldan çıktığımda ferahlar, rahat bir nefes alır, dur durak bilmeden sosyalleşmiş ya da insanlara maruz kalmış olmanın acısını sessizlikle çıkarırdım. Yüksek duvarlar ardına hapsedilmiş bir mahkum gibi hissederdim. “Tüm bunlara ne gerek var” diye düşünürdüm.
Gittiğim okullardaki en güzel şey ise kendini mesleğine adamış, orada bulunmaktan zevk alan, zihnindekileri ve merakını bizimle paylaşan öğretmenlerdi. Kimisi felsefeden bahseder, bize sorgulamanın farklı taraflarını gösterir, kimisi tarih öğretirken farklı alanlara değinir, kimisi matematiği daha “sevilebilir” hale getirmek için uğraşırdı. Neyi, neden ve nasıl öğretmesi gerektiğini bilen öğretmenlerim oldu. Üniversite ise benim için zirveydi. İstediklerimi, düşüncelerimi korkmadan dile getirdiğim bir alandı benim için. Hocalarımız sürekli üretmemiz için teşvik ederdi bizi.
Zamanla öğretmen olmanın anlamı üzerine daha fazla düşünmeye başladım. Monoton, belli kuralların sürekli tekrarlandığı, hiçbir merak unsuruna ve heyecana yer bırakmayan derslerin insanı geriye götürdüğünü fark ettim. Eğitim böyle bir şey olamazdı. Çocukların gözlerindeki sorulara ve merak ışığına kapılıp gittiğiniz bir süreç olmalıydı eğitim. Sorular sorulmalı, sorulara cevaplar aranmalı, kesinlik ya da doğruluk değil hatalar ön plana çıkmalıydı.
Çocukların zihinlerinde engellere yer yok. Bu sebeple her şeyin olabileceğini düşünüyorlar. En yaratıcı resimlerin ya da çözümlerin sahibi olmaları bu yüzden. Çok farklı düşünüyor, farklı şeyler istiyor ve farklı şeylere ihtiyaç duyuyorlar. Bu sebeple öğretmenlik üzerine yeniden düşünmemiz gerekiyor.
Eğitim Sanatını İcra Eden Öğretmen
Eğitimin tanımı seneler içerisinde değişti. Buna bağlı olarak uygulamalar, müfredatlar, beklentiler, sınavlar da değişti. Yapılandırmacı yaklaşım, STEM ve çok daha fazlası sistemimize dahil oldu. Kurallar, metotlar ve çözümler içerisinde yer yer bocaladık, anlamadığımız veya uygulayamadığımız şeyler de oldu fakat eğitimin, özünde bir sanat olduğu gerçeği hiç değişmedi.
Eğitim, karşımızda düşünen, sorgulayan, merak eden, bazen isteksiz bazen fazlasıyla istekli ve aceleci çocukların olduğunu bilerek icra etmeye çalıştığımız bir sanat. Sanat diyorum çünkü uzun bir süreç. Öğretmenin gelişmesi, çağı yakalayabilmesi, bir sese ve tavra sahip olması, kendini sınıfta konumlandırması, öğrencisiyle iletişimi, eğitimin diğer aktörleri olan veli ve yöneticilerle ilişkisi, metotları ve yöntemleri deneyerek kendi rengini bulması bazen seneler alır. Bu süreçte hatalar da yapılır ama öğretmen, öğrencisi için en iyisine odaklanır ve günün sonunda yaratıcı bir hamleyle çıkagelir. Öğrencisinin neleri öğrendiğini görmek için yeni ölçme yöntemleriyle gelir bazen. Öğrenmek istemeyenleri sürece dahil edebilmek için farklı bir tona ihtiyaç duyar. Açıklamalar yapar, oyunlaştırır, merak ettirir. Yaptığı eseri ise ancak seneler sonra görebilir. Kanvası sürekli dolar ve boşalır. Elindeki boyalarla farklı tonlar elde ederek, bu tonların sonuçlarını görerek, resmin toplum tarafından nasıl karşılandığını bilerek sürdürür yaşamını.
Öğretmen eğitim için önemli bir aktördür. Çocuklarıyla ve onların ebeveynleriyle işbirliği içerisinde ilerler ve ortaya şahane eserler çıkar. Diğer eserlerden farklı olarak öğretmenin eserleri topluma karışır, yeni eserler ve işler üretmek için büyür ve gelişir.
Bu da öğretmeni ve eserlerini ölümsüz kılar.
Tıpkı yüzyıllar önce yazılmış bir şiir gibi.
Tuğba Coşkun